Okuvaryum Sesli Hikayeler

BEN, SEN, O
Oldum olası sahneye çıkmaktan pek hoşlanmam. Sahneye çıktım mı soğuk soğuk terler, ne diyeceğimi bilemez bir hâlde kala kalırım. Her seferinde “Yer yarılsa da içine girsem” diye düşünürüm. Sahne korkum var benim. Huyum kurusun. Ne yapabilirim ki?
Öğretmenim her özel gün öncesi az dil dökmez bana. “Ozan, sen akıllı bir çocuksun. Biraz cesaret, biraz çalışma ile rahatlıkla sahneye çıkabilirsin.” dese de öğretmenimin bu tatlı dili bile yılanı deliğinden çıkarmaya yetmez maalesef. Ne yalan söyleyeyim, benim de verilen görev için elimden geleni tam olarak yaptığım pek söylenemez. Dolayısıyla da bir türlü başarılı olamıyorum. Ne zaman sahneye çıkacak olsam cümleler sözcüklere, sözcükler harflere dönüşüp etrafımda dönüyor. Heyecandan midem bulanıyor ve gözlerim kararıyor. Sahnenin adeta bir girdap gibi beni içine çektiğini hissediyorum.
Geçen hafta sosyal bilgiler dersinde öğretmenimiz çocuk hakları konulu bir tiyatro oyunu sahneye koyacağımızı söyleyince biraz keyfim kaçtı. Ancak rol dağılımında anladım ki öğretmenim beni benden iyi tanıyordu. Yapmam gereken sadece cep telefonu ile çok fazla vakit geçirdiği için çocuğunu ihmal eden bir babayı canlandırmaktı. Bu şahane bir rol seçimiydi benim için!
Bu sebeple sahneye çıkacağım için önceki oyunlar kadar endişe duymuyordum. Sadece biraz heyecanlı sayılırdım. Ama şu çokbilmiş Melis yok mu? Siz Melis’i bilmezsiniz tabi! Tam bir hırs küpüdür. Asla onunla aynı grupta olmak istemezsiniz inanın. Yaptığınız hiçbir şeyi beğenmez, kimseye fikrini sormaz, sadece kendi fikirleri kabul görsün ister. Yanlış bir şey mi yaptınız? Vay hâlinize. “Abartma!” derseniz kalbimi kırarsınız. Damdan düşen, damdan düşenin hâlinden; Melis ile grup arkadaşı olan benim hâlimden anlar.
Melis’in hırsı sadece kendi başını yaksa neyse. Onun o hırsı var ya, o hırsı tüm Roma’yı bile yakabilir! Melis’in bu hırsı bu kez de bir çuval inciri berbat etti. Kendisine çok kısa bir rol verilmesinin haksızlık olduğunu söyleyince öğretmen ne yaptı dersiniz? Onun haklı olabileceğini söyleyip her çocuğun düşüncelerini özgürce açıklayabileceğini ifade etti. Buraya kadar “Ne var canım bunda bu kadar öfkelenecek! Doğru söze ne denir?” dediğinizi duyar gibiyim. Asıl sorun işte bundan sonra başladı.
Öğretmenimiz planladığı oyundan vazgeçmemiş ancak gruplara ayrılarak rollerimizi kendimizin paylaşmasını istemişti. Yapılması gerekenler bununla da kalmayacaktı. Bu bir proje ödeviydi. Rol dağılımını kafamıza göre değil de ilgi alanlarımıza, kişisel özelliklerimize ve yeteneklerimize göre pay edecektik. Melis bu görevin zorluğu hakkında itiraz edecek oldu ama öğretmen itirazını kabul etmedi. Eeee, son pişmanlık fayda etmez.
Gruplar kura yöntemine göre belirlenecekti. Melis’in grubuna düşmem asrın felaketi olacağından elim ayağım buz kesti desem yalan olmaz! Neyse ki dualarım kabul oldu. Benim grubumda Aslıhan, Emre, Demir ve Ayşe vardı. Öğretmenimiz her gruba oynayacağı metinleri dağıttı. Oyunumuzu sunmak için bir hafta süremiz vardı. Yapacak işimiz çok, zamanımız ise azdı. Gruplar kurulmuştu ancak rol dağılımı henüz yapılmamıştı. Nereden başlayacağımıza bir an önce karar vermemiz gerekiyordu.
Ayşe her zaman pratik düşünürdü. Bu durum grubumuza avantaj sağlayacaktı. Ayşe hemen kişisel özelliklerimizi, yeteneklerimizi ve ilgi alanlarımızı bir tabloya yazıp; görevlere en uygun olacak kişileri hızlıca seçmeyi önerdi.
“Hay aklınla bin yaşa Ayşe! Harika bir fikir.” deyip işe koyulduk. Ayşe, aynı zamanda grubumuzun ezberi en kuvvetli olanıydı. Bu sebeple ona başrol teklif ettik.
Aslıhan’ın ise teknoloji ile arası çok iyiydi. “Dilerseniz sahnede ışık efektleri yapar, arka fonda müzik çalabilirim.” dedi. Ne diyebilirdik ki! Hepimiz bu fikre bayıldık. Ses ve ışık düzeninin yanında Aslıhan’a ayrıca kısa bir rol de verdik.
Emre de grubumuzun el becerisi en yüksek olan üyesiydi. “Kostüm tasarımı benden. Ama yardıma ihtiyacım olacak.” dedi. Seve seve bu teklifi de kabul ettik. Onun da ezberi iyi olduğundan ikinci en uzun rolü de Emre’ye verdik.
Demir’in ezberi ve rol yeteneği zayıftı ancak çok iyi gitar çalıyordu. Bu sebeple sahne aralarında dekorlar değişirken izleyicilere gitar çalacaktı. Bu fikir, gösterimizi daha da ilgi çekici hâle getireceğinden hepimiz çok heyecanlandık.
“Benim de ezber yeteneğim oldukça zayıf. Üstelik sahnede elim ayağım birbirine dolanıyor. Sahneye çıkmak hiç bana göre değil. Ama çok iyi ata binerim.” dedim. E tabi oyunda atlılar olmadığı için bu yaratıcı yeteneğim değerlendirmeye alınamadı.
"Sorun değil. Zaten uzun rolleri dağıttık. Geriye kısa bir rol kaldı. O da senin olsun. Bir de dekor değişimine yardım edersin oldu bitti bile.” dedi Ayşe. Dekor değişimine yardım etme fikri tamamdı; ancak kısa da olsa sahneye çıkma fikri beni kaygılandırıyordu. "Rolde zorlandığın yerlerde ben sana perdenin arkasından sufle veririm ama sen de bana elinden geleni yapacağına dair söz vermelisin. Unutma, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!” dedi Ayşe.
Ayşe’nin beyninde çip ile yerleştirilmiş yapay zekâ ya da arama motoru olduğundan şüphelenmeye başlamıştım. Zira ben suflenin sadece tatlı olduğunu sanıyordum. Sözüm sözdü! Elimden geleni yapacaktım. Aldığımız kararları unutmamak için hemen tabloya ekledik.
Yetenek ve Kişisel Özellikler Aldığı görevler

Emre El becerisi iyi, rol yeteneği iyi, ezberi kuvvetli Kıyafet hazırlayacak, en uzun ikinci rolü canlandıracak.
Ayşe Sahnede başarılı, ezberi güçlü, çözüm odaklı En uzun rolü canlandıracak, Ozan’a sufle verecek.
Demir Ezberi ve rol yeteneği zayıf, iyi gitar çalar. Gerekli dekoru sağlayacak ve sahne aralarında gitar çalacak.
Aslıhan Ezberi ve rol yeteneği zayıf, teknolojide uzman, çalışkan Kısa bir rol canlandıracak, ses ile ışık sistemini kontrol edecek.
Ozan Sahnede pek yetenekli değil, ezberi zayıf, sözünü tutan Kısa bir rol canlandıracak, dekorun değişmesine yardım edecek.

Hafta sonumuzu dekorları ve kostümleri hazırlamaya harcamıştık. Geriye sadece rollerimizi ezberlemek kalmıştı. Önce bireysel çalışıp rollerimizi ezberleyecek ardından da hafta boyunca toplu provalar alacaktık.
Arkadaşlarıma sözüm vardı. Bu kez rolümü ezberleyecektim. Ama nasıl? Annem bir yüzme antrenörüydü ve kurstaki öğrencilerini müsabakalara hazırladığından bugün eve geç gelecekti. Anlayacağınız iş başa düşmüştü. Mecbur ezberimi kendi kendime yapacaktım. Önce tüm paragrafı okuyup ezberlemeye çalıştım. Olmadı. Sonra rolümü yazarak ezberlemeye karar verdim. Bu yöntem de çok vaktimi aldı. Daha sonra rolümü cümlelere böldüm ve cümle cümle ezberlemeye karar verdim. Her bir cümleyi on kez okuyordum. Ardından cümlelerin üstünü elimle kapatıyor ve bakmadan söylemeye çalışıyordum. Bu yöntem de benim için oldukça zordu; ancak sabreden derviş muradına ermiş derler. Annem geldiğinde koca paragrafı sular seller gibi ezberlemeyi başarmıştım. Annem benimle gurur duyduğunu söyledi. Doğrusu ben de kendimle gurur duyuyordum. Rolümü ilk akşamdan ezberlemiştim, üstelik kendi kendime bulduğum bir yöntemle!
Gösteri günü gelip çattığında hepimiz üzerimize düşen görevi en iyi şekilde yapmıştık. Öğretmenimiz "Öncelikle çok başarılı bir oyun sergilediniz. İhtiyaçlarınıza ve yeteneklerinize en uygun rolleri seçmeyi de başardınız. Sizleri çok tebrik ediyorum.” dedi.
Yaptığımız işten memnun bir şekilde kendimizi alkışladık. Benim yüzümde ise gururla karışık kocaman bir tebessüm vardı. Hepimiz farklıydık ve farklı özelliklerimiz sayesinde renkli bir oyun ortaya koymayı başarmıştık. Sahnede, adeta bahçedeki kır çiçekleri gibi rengârenktik. Ben, sen, o…



BİR KOCA ÇINAR
Kedinin ciğere baktığı gibi babamın şerbetini yeni döktüğü ağzıma layık baklavalara bakıyordum. İçimden de babamın böyle güzel baklava yapmayı kimden öğrenmiş olabileceğini geçiriyordum. İncecik ve pürüzsüzdü. Babam o sırada bir sonraki tepsinin yirmi yedinci katını açmakla meşguldü. Tepsideki yufkalar, dev kuleler gibi yükseldikçe yükseliyordu. Bir sıra duvar yani baklava hamuru, arasına çimento yani fıstık, üzerine de boya niyetine şerbet. Tam 40 kattı. Sizin de ağzınız sulanmadı mı?
Artık büyümüştüm. Baklava yufkalarının arasına şam fıstığını serpmeye izin veriyordu babam. Yakın bir zamanda ben de baklava yapmaya başlayacaktım. Baklava yapmak bizde aile geleneğidir. Babam kendi babasından yani dedemden, o da kendi babasından yani babamın dedesinden, o da kendi babasından yani... Off ya, aklım karıştı! Kim kimin babası, kim kimin dedesiydi şimdi?
Dükkânımızın duvarında babamın, babamın babasının ve babamın babasının babasının fotoğrafı var. Sloganımız ise “Üç nesildir değişmeyen lezzet!” Çırak olarak başlayacağım bu yolculukta usta bir baklavacı olduğumda babamın yanına benim de fotoğrafım konulacak mıydı acaba?
Şu “nesil” kelimesi de kafama takılmıştı. Duvardaki fotoğrafları gösterip “Nesil ne demek?” diye sordum babama.
“Yaklaşık aynı yıllarda doğmuş, aynı çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer sıkıntıları, kaderleri paylaşmış topluluklardır. Misal benim dedemler ilk nesil, babamlar ikinci nesil, ben de üçüncü nesilim. Şimdi ise senin neslin başlıyor. Sen, bizim geleneğimizin dördüncü nesli olacaksın. Eğer istersen tabii.” dedi babam duygulanarak.
“Hem de nasıl isterim. Atalarımdan aldığım bu geleneği sürdürmekten gurur duyarım. Peki, baba senin deden nereden öğrenmiş baklava yapmayı?” diye sordum.
“Açıkçası hiç düşünmedim bunu. Bu zamana kadar sormak da hiç aklıma gelmemişti.” dedi.
“Belki bu aile geleneği daha uzun nesillere dayanıyordur. Bunu mutlaka araştırmalıyım.” dedim kararlı bir şekilde babama.
“Araştır bakalım minik dedektif. Bakalım sır perdesi aralanınca ortaya neler çıkacak?” dedi babam.
Merak ettiklerimin yanıtları babamda olmadığı için dükkândan ok gibi fırladım. Babamdan önceki neslin temsilcisi dedem, tabii ki uğradığım ilk kişi oldu.
Kapıyı çaldığımda dedem şaşkın bir ses tonuyla “Hoş geldin torun. Hayırdır? Bu saatte pek uğramazdın sen.” dedi.
“Dede, senin babana baklava yapmayı kim öğretti? Onu sormaya geldim.” dedim.
“Hay Allah! Yahu şimdi nereden geldi bu soru aklına? Dur bir düşüneyim.” dedi çenesini sıvazlayarak. “Hımmm, ona da babası yani benim dedem, Gaziantep’te öğretmiş olmalı herhâlde ama pek de emin değilim doğrusu.” dedi.
“Peki, onun fotoğrafı niye duvarda yok? Dört nesildir bu geleneği yürütüyoruz biz. Onlara haksızlık olmuyor mu?” diye sordum âdeta atalarımı savunan bir avukat gibi.
Dedem ne diyeceğini bilemez bir hâlde, biraz da gözleri dolu dolu “Aferin torun! Aile tarihimizle bu kadar ilgilenmen beni çok duygulandırdı. Gel beraber eski albümlere bir göz atalım. Bulabilirsek de dedemin fotoğrafını hemen asarız duvara, merak etme. Ama dedemin baklava yaptığını pek sanmıyorum, çünkü o zamanlar Kurtuluş Savaşı varmış. Kim ne yapsın baklavayı? Kimsenin ağzının tadı yoktu ki.” dedi.
“Dede milletin ağzının tadı yoktu ama belki moral için baklava yapmıştır büyük büyük dedem. Bazen küçük bir detay, güzele inandırır insanı, yüzünü güldürür. Olamaz mı yani?” dedim.

Dedem uzun uzun gözlerime baktı. Diyecek bir söz bulamadı. Duygulandığı her hâlinden belliydi. Elini omzuma koyarak “Hadi gel evlat. Gel de bir ipucu bulabilecek miyiz bakalım? İşe fotoğraf albümüne bakmakla başlayabiliriz.” dedi.
Dedemle onun çok sevdiği sedirine oturduk. Albüm dediği de üç dört fotoğrafın yapıştırıldığı bir defterdi. Fotoğraflar da hem renksiz hem de çok kalabalıktı. Dedemin dediğine göre o dönem fotoğraf çektirmek bir lüksmüş. Buna rağmen dedemin albümdeki birkaç fotoğrafı anlatması bir saat kadar sürmüştü. Kim kimdir, atlamadan, özenle tek tek açıklıyordu. Mümkün değil bu kadar bilgiyi aklımda tutamazdım. Ancak kalabalık fotoğrafların birinde noktadan biraz daha büyük de olsa dedemin büyük dedesine rastlamıştık. Bu fotoğrafı dükkânın duvarına asmak mümkün değildi. Bu yüzden, başka bir fotoğraf bulma umuduyla sayfayı çevirdik. NOT: Görsel revize edilecek.
Albümün son sayfasında büyük dedenin yaklaşık on yaşlarındayken atölyede çektirdiği bir fotoğrafını daha bulduk. Şaşkınlık içinde büyük dedeye ne kadar benzediğimi fark ettim, ikiz gibiydik âdeta. “Evet evlat. Yeteneklerimiz gibi genlerimiz de nesilden nesile aktarılıyor. Sevdiklerimizin hepsini tanımasak da onların bir parçasını hep içimizde taşıyoruz. Ne demişler: ‘Soydur çeker, huydur geçer.’”
Bir de eskimiş bir sandık getirdi dedem. İçinde yıpranmış mektuplar, kullanılmış tesbihler ve yüzükler vardı. Tek tek mektuplara baktık. Çoğu asker mektubuydu. Türkçe yazıldığı için dedemin dedesine ait olamazdı. Çünkü o dönemin dili Osmanlıcaydı, Latin alfabesi henüz kullanılmıyordu. Dikkatimi rengi epey solmuş ve yarısı yırtılmış bir kâğıt çekti. Kâğıdı elime aldım. Yazı Arap harfleriyle yazılmıştı ve bu kâğıttan dedemin de haberi yoktu. Bu durum beni ve dedemi çok heyecanlandırmıştı. Kâğıdın altında da bir imza vardı. Bu imzayı daha önce gördüğüme emindim. Ama nerede gördüğümü bir türlü hatırlayamıyordum.
Dedemin gözü gibi baktığı bu hatıralara zarar gelmemesi için elimden gelen özeni göstererek eve döndüm. Bulduğum ipuçları kafamı daha da karıştırmıştı. Babam bu karışıklığı çözmenin bir yolu olduğunu söyleyince içim birden ferahladı.
“Gel evlat, seninle e-Devlet uygulamasından soyağacımızı sorgulatalım. Bakalım geçmişimiz hakkında neler keşfedeceğiz?” dedi.
Soyağacının ne demek olduğunu biliyordum. Bir kişinin soyundan olan kişileri gösteren ağaç şeklinde bir çizelgeydi. Kişi, altta olmak koşuluyla ataları yukarıya doğru yazılıyordu. Tüm bunları ikinci sınıfta hazırladığım bir projede öğrenmiştim. e-Devlet hakkında ise hiçbir bilgim yoktu.
“e-Devlet de nedir?” diye sordum babama.
“Devlet hizmetlerinin elektronik ortamda güvenli, kesintisiz ve hızlı bir şekilde vatandaşa ulaştırılmasını amaçlayan bir uygulamadır. Soyağacı ise bu uygulamalardan sadece biridir. Hadi gel şifremizi yazıp sisteme giriş yapalım.” diye yanıtladı babam.
Hani bazen saniyeler saatler gibi geçer ya; babamın şifresini yazdıktan sonra ilgili ekranın açılmasını beklemek de işte o anlardan biriydi. Ekran açılınca bir de ne görsek beğenirsiniz? Koca bir çınar. En altında ise ben. Sanki bu kadar kişi benim etrafımda toplanmıştı. Birçoğunu tanımasam da o an hepsini çok sevdiğimi hissettim. Çünkü onlar olmasa ben de olmayacaktım. Babamla, benden başlayarak yukarıya doğru çıkmaya başladık. Benden babama, babamdan dedeme, dedemden onun babasına, sonra onun babasına derken büyük büyük dedeme kadar ulaştık. Adı Hasan’dı. Soyadı yoktu; çünkü onun döneminde henüz soyadı kanunu çıkmamıştı. Hasan Efendi Selanik’te yaşıyordu. Vay canına! Burası Atatürk’ün doğduğu yerdi. Babamın dedesi ise Gaziantep’te baklavacılık yapıyordu. O zaman ilk baklavacılıkla uğraşan nesil Selanik’ten göçen babamın dedesi olabilir miydi peki?
“Gel şu çeviri uygulamasından da kâğıtta ne yazdığına bakalım.” dedi babam. Kalbim güm güm atıyordu. Bu imza bana nereden tanıdık geliyordu acaba? En çok da bunu merak ediyordum. Uygulamayı kullanarak elimizdeki Osmanlıca belgeyi taratınca iki satır cümle ile karşılaştık.
“Çocukluğumuzda da tatlıya çok meraklıydın. Yolladığın baklavalar taburuma ilaç gibi geldi. Selametle kal. MK.”
“Vay canına! Büyük büyük deden de baklavacıymış baba, yaşasın! O zaman kendimize üç değil, altı nesil baklavacıyız diyebiliriz artık. Baklavacılığa Selanik’te başlamışız, şu işe bak!” deyip sevinç çığlıkları atarak evin içinde koşuyordum. Babam ise benim aksime şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmıştı. Şaşkınlığının sebebini anlayınca ben de yerime mıhlanıvermiştim.
Baba, desene bizim koca çınar Hasan dedemiz, meğerse Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşıymış! Böyle bir şeyin olabileceği kimin aklına gelirdi! Çok yaşa Hasan dede! Çok yaşa Mustafa Kemal Paşa!
Ha unutmadan, imzayı nereden mi hatırlıyorum? Üniversitenin tarih bölümünde okuyan Boran amcamın Osmanlıca kitabından. Bu imza Atatürk’ün Osmanlı Devleti zamanında kullandığı imzanın ta kendisiydi.

BARIŞA ÇAĞRI: GUERNİCA
Benim adım Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso. Siz bana kısaca Pablo Picasso diyebilirsiniz. Hatta sadece “Picasso”. Babamın soyadı olan Ruiz yerine, içinde iki “s” harfi barındıran annemin soyadını kullanmayı tercih ettim: Picasso. Size göre de kulağa daha hoş gelmiyor mu?
Ressam bir babanın oğlu olarak doğdum. Yeteneğimi ilk keşfeden ve beni bu yola yönlendiren kişi babam oldu. İlk resim öğretmenim de oydu.
Resim yapmanın ötesinde, heykel, baskı, seramik ve tiyatro gibi birçok alanda eserler verdim. Sanat benim düşüncelerimi ve duygularımı ifade etme biçimimdi. Aynı zamanda özgürlüğümün de simgesiydi. Bu nedenle bana nasıl resim yapmam gerektiğini söyleyenleri pek dinlemedim. Daima kendi tarzımı yaratmaya çalıştım. Sürekli yenilik peşinde koşan bu bakış açım da beni eleştirilerin odak noktası yaptı. Hayatım boyunca sürekli yenilik peşinde koştum. Bir akımın kurucusu olsam da asla o akımın sınırları içinde kalmadım. Her zaman yeni fikirleri takip ederek farklı teknikler kullanmaktan çekinmedim. Bu yenilikçi bakış açım, beni modern sanatın öncü isimlerinden biri yaptı. Hep kendi tarzımda eserler ortaya çıkarmaya gayret ettiğimden çoğu zaman da eleştirildim.
İlk eserim, yakın arkadaşım Carlos’un ölümünün yarattığı hüzün ve yaşadığım yoksulluktan esinlenerek ortaya çıktı. Bu dönemdeki tüm eserlerimin ortak noktası hüzün, yalnızlık ve yoksulluktu. Bu duyguları en iyi şekilde yansıtmama yardımcı olan renk de maviydi. Bu sebeple ürettiğim eserlere "Mavi Dönem” denildi.

Mavi Dönem’den sonra tarzımda bir değişim yaşandı. Daha aydınlık ve iyimser eserler ürettiğim "Pembe Dönem” başladı. Pembe ve kırmızı tonları, bu eserlere neşe ve umut kattı.
Yirmi yaşında İspanyol bir göçmen olarak Paris’e geldiğimde artık pembe tonlarında resim yapmayı bırakmıştım. Yepyeni bir sanat akımı olan kübizmi geliştirmiştim. Kübizmdeki amacım bir nesneyi tek bir açıdan değil, farklı birçok açıdan gördüğümüzü hissettirmeye çalışmaktı. Bu çılgınca görünen resimler başta pek ilgi görmedi. İnsanlar yeni görüşlere pek açık olmasalar da ben içimden geldiği gibi resimler yapmaya devam ettim. Rengârenk asimetrik resimlerdi bunlar. Renkleri ve şekilleri özgürce kullanabilmek beni mutlu ediyordu.
Sanat, dediğim gibi her hâliyle beni özgürleştiriyordu. Ancak o günlerde insanlık için durum tam tersiydi. Büyük devletlerin liderleri yönettikleri insanların yüreklerine nefret tohumları ekiyorlardı. Üzücü olan ise bu durumun farkında olmayan insanların, bu sözlerin peşinden sürükleniyor olmasıydı. Üstelik çok yakın bir zamanda Birinci Dünya Savaşı yüzünden büyük yıkımlar yaşanmasına rağmen. Savaş insanların yaşama, nefes alma, okuma, öğrenme, eğlenme, yaratma ve aklınıza gelen tüm özgürlüklerini elinden alıyordu. Dünyaya fırtına öncesi sessizlik hâkimdi. İkinci Dünya Savaşı kapıdaydı.
1937 yılında Fransa’da “Modern Yaşamda Uluslararası Sanat ve Teknoloji Fuarı” düzenlenecekti. Savaş çığlıkları atan büyük devletler güçlü olduklarını kanıtlamak için fuar alanına koca koca heykellerle katılmıştı. Yaptıkları heykellerde de hiç çekinmeden savaşı öven semboller kullanmışlardı. Tek bildikleri, sebep oldukları yıkımı görmezden gelip savaşı övmekti. Devletlerin bu tutumu, sanatçıların ürettikleri eserleri de etkiliyordu. Oysa sanatçılar özgür olmalı ve her zaman doğrunun yani barışın yanında yer almalıydılar.
26 Nisan 1937, karanlık bir gündü. Yaşanan iki önemli olay birçok insanın hayatını derinden etkilemişti. Hem doğduğum ülke İspanya’daki iç savaş genişleyerek tüm ülkeye yayılmış; hem de Guernica adında masum bir Bask kasabası, Alman uçaklarının hedefi hâline gelmişti.
Haberler Paris’e ulaştığında ben fuar için resim çalışmalarımı sürdürüyordum. Gelen haberlere inanamamıştım. Kalbim binlerce masum insanın hayatını kaybetmesi karşısında paramparça olmuştu. O an savaşın vahşetini ve masum insanların acı çekişini tüm dünyaya göstermem gerektiğini düşündüm. Hemen atölyeme koştum. Öyle bir resim yapmalıydım ki tüm bakışları üzerine çekmeli, savaşın getirdiği acı çığlıkları herkese duyurmalıydım.
Üç buçuk metre yüksekliği ve yedi buçuk metre eni olan koca bir tuval üzerinde fırçamı sallamaya başladım. Paletimdeki tüm canlı renkler yaşadığım kalp kırıklığı yüzünden yok olmuşlardı sanki. Siyah, beyaz ve gri tonları kalmıştı geriye. Bu renkleri kullanarak savaşın karanlığını ve umutsuzluğunu yansıtmaya çalıştım.

Guernica’yı 35 gün gibi kısa bir sürede tamamladım. Acı çeken çocuklar, çığlık atan kadınlar, ölen atlar ve boğalar... Her bir figür, savaşın yarattığı acı ve yıkımı temsil ediyordu.
Guernica’yı yaparken tek bir şey düşünüyordum: Savaşın vahşetini ve masum insanların acı çekişini tüm dünyaya göstermek. Bu resmi yaparak savaşa karşı bir ses yükseltmek ve barışın önemini vurgulamak istedim.
Biliyor musunuz ne oldu? Resmim savaş karşıtı olduğu için yetkililer tarafından eleştirildi. O güne kadar savaş hakkında yapılan tüm resimler, zenginler tarafından yaptırılmış, savaşı ve savaş ile gelen zaferi öven resimlerdi. Guernica ise savaşı anlatan bir resim olmanın yanı sıra savaş yanlısı devletlere savaşın getireceği acıları gösteren bir mesajdı. Bu mesaj da birçok insanı savaşmaktan vazgeçirebilirdi. Eleştirilsem de önemli değildi, benim için. Sırf anlaşılmak ve beğenilmek adına sıradan ve insanların istediğine uygun bir eser yapamazdım. O zaman özgür kalamazdım.
Paris’in Almanlar tarafından işgali sırasında bir Alman general evime gelerek beni sorguya bile çekti. Guernica’nın çekilmiş fotoğrafını göstererek "Bu resmi siz mi yaptınız?” diye sordu. Öfkeme hâkim olmaya çalışarak Alman generale, "Hayır, siz yaptınız.” diye cevap verdim; çünkü savaş yanlısı devletler bu acı tablonun yaratılmasına sebep olan acının yaratıcılarıydı.
Guernica, İspanya İç Savaşı’nın en önemli sembollerinden biri hâline geldi. Birçok savaş karşıtı protestolarda ve barış gösterilerinde kullanıldı. Bu resim, insanlığa barışın ve insan haklarının önemini hatırlatıyordu. Savaşın vahşetine ve masum insanların acı çekişine asla sessiz kalınamayacağı gerçeğini tüm dünyaya haykırıyordu.
Ben Pablo Picasso, Guernica’nın yaratıcısı. Bu resmi yaparak barış için umut ışığı yakmıştım; ancak çabalarım sonuç vermemişti. İkinci Dünya Savaşı başlamış, milyonlarca kişi hayatını kaybetmişti. Aynı zamanda milyonlarca insan evini terk etmek zorunda kalmış, büyük şehirler yıkılmış, kitlesel açlıklar ve hastalıklar başlamıştı.
Daha sonraları da barışa destek veren bir sanatçı oldum.
1948’de Polonya’da yapılan Barışı Savunmak İçin Dünya Aydınlar Kongresine, 1949’da ise Paris’te Dünya Barış Konseyine katıldım. "La Colombe” olarak da bilinen basit ama derin sanat eserim "Barış Güvercini”ni Paris’teki kongre için yaptım.
II. Dünya Savaşı dünyayı kargaşa içinde bırakmıştı. Barışın sesli bir savunucusu olan ben, sanatım aracılığıyla silahsızlanma ve uzlaşma konusundaki sohbete katkıda bulunmaya çalıştım. Güvercin, mesajımı iletmek için uygun bir seçimdi. Tasarladığım bu güvercin o günden sonra umut ve birliğin sembolü hâline geldi.

Ben Pablo Picasso, Ben Pablo Picasso. Guiness Rekorlar Kitabı’na göre en üretken sanatçı. 100.000 baskı resmi, 34.000 kitap resmi, 300 heykel, birçok seramik ve çizim yaptım. Ömrüm boyunca barışı destekledim ve medeniyetlerin insanlarda açtığı yaraları sanatıma yansıtmaya gayret ettim. Savaşa, sanatımla karşı durdum, savaşın açtığı yaraları paletimin renkleri ile sarmaya çalıştım. Dünya bir gün belki resimlerimdeki gibi rengârenk olur. Ne dersiniz?

YENİDEN DOĞUŞ
Mehmet Ali, güneşin ilk ışıklarıyla uyandı. Bugün heyecanlı bir gündü, çünkü babası Ahmet, onu Uşak Şeker Fabrikası’na götürecekti. Ahmet Bey, fabrikanın yöneticilerindendi. Babasından fabrika ile ilgili birçok hikâye dinleyen Mehmet Ali, fabrikayı ziyaret edeceği ve fabrikanın üretim süreçleri hakkında bilgiler edineceği için çok heyecanlıydı.
Kahvaltıdan sonra fabrikaya doğru yola koyuldular. Fabrikanın uzun bacaları ve geniş arazisi Mehmet Ali’yi büyülemişti. Babası onu gezdirerek her bir bölümde yapılanları tek tek anlattı. Fabrikanın pancar kabul bölümüne giren Mehmet Ali, devasa kamyonlarla taşınan pancar yığınlarını gördü. Babası ona, bu pancarların bölgedeki farklı tarlalardan geldiğini ve şekerin ham maddesi olduğunu anlattı. Su tutma kapasitesi yüksek toprakları seven ve derinlerde kök salan şeker pancarı, yağış alan ve iklimin yumuşak olduğu bölgelerde yetişiyordu. Uşak da bu koşullara sahip olduğu için şeker fabrikasını bu topraklara kurmuşlardı. Babası Uşak’ın da bulunduğu Ege Bölgesi’nin Türkiye’nin şeker üretiminin yüzde otuzunu, İç Anadolu Bölgesi’nin ise yüzde ellisini karşıladığını söyledi. Mehmet Ali, insanlar gibi yetiştirilen ürünlerin de sevdiği mevsimler olduğunu düşündü. Sıcaklık, yağış, yükselti, denize uzak ya da yakın olmak gibi özellikler de yetiştirilen ürünün çeşidini etkiliyordu.
Mehmet Ali, pancarların nasıl işlendiği ve şeker kristallerinin nasıl oluştuğu hakkında birçok bilgi edindikten sonra fabrikadaki şeker ürünlerini gördü.
Mehmet Ali’nin gözü, fabrikanın girişinde toplu çekilmiş bir fotoğrafa takıldı. Fotoğraftakilerin hiçbirini tanımıyordu. Fotoğrafa dalıp gittiğini gören babası keyifle sordu:
- Hayırdır evlat. Dalıp gittin.
"Baba, bu fotoğraftaki insanlar kimler?" diye sordu Mehmet Ali.
- Bu kişiler fabrikanın kurucuları. Ön sırada oturan soldan ikinci kişi Nuri Şeker. Bu fabrikayı kurma fikri ilk ondan çıkmış.
- Bu fikir nasıl gelmiş aklına?
- Anlatacağım ama öncelikle sana Nuri Bey’in yaşadığı o dönemi anlatmam gerekir. Böylece onun yaptıklarının önemini ve sahip olduğu vizyonu daha iyi anlayabilirsin.
Yıl 1923. Kurtuluş Savaşı’nın gür sesi dinmiş, yerini yorgun bir sessizlik almıştı. Milletin yüreğinde zaferin coşkusu vardı ama halk karın doyurmak için çok çaba göstermek zorunda olduğundan bu coşkuyu tam olarak yaşayamıyordu. Savaşın verdiği zarar her alanda kendini gösteriyordu. Evler yerle bir olmuştu. Tarlalar tarumar edildiği için ekilemiyor ve fabrikalar üretim yapamıyordu.
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ile Anadolu’nun göğsünde yepyeni bir umut filizlenmeye başlamıştı. Bu filiz elbette koca bir çınara dönüşecekti; fakat kolay olmayacaktı.
Bu durumu çok iyi bilen ve değiştirmek isteyen Atatürk, gecesini gündüzüne katarak Anadolu’yu karış karış geziyor, vatandaşların dertlerini dinleyerek notlar alıyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı toplantılarda ekonominin düzelmesi için yapılması gerekenleri plânlıyordu.
İşte cumhuriyetimizin kurulduğu o zor yıllarda Nuri Bey, Uşak’ın yemyeşil ovalarında şeker pancarı yetiştiriyormuş. Nuri Bey, toprağın bereketini ve insan emeğinin değerini bilen bir insanmış. Uşak’ın kalkınması için hayaller kuruyor ve bu hayalleri gerçeğe dönüştürmek için büyük bir tutkuyla çalışıyormuş.
- Kalkınmak ne demek baba? Kalkmak gibi bir şey mi?
- Aslında onun gibi bir şey. Dediğim gibi savaş kazanılmıştı ancak bu kez de halkımızın açlık ve yoksullukla mücadele etmesi gerekiyordu. Bu mücadele de ancak ekonomik kalkınma ile mümkündü. Kalkınma için de bir ülkenin veya bölgenin milli gelirinin artması, yaşam standardının yükselmesi, işsizlik oranının düşmesi, köprüler yapılması, altyapının gelişmesi, teknolojinin ilerlemesi, sanayileşmenin artması ve tarımın modernleşmesi gerekiyordu.
- Bir çiftçi ülkenin kalkınmasına nasıl yardımcı olabilir ki baba? Böyle zorlu bir dönemde üstelik.
- Her şey bir hayale inanmakla başlar evlat. Ama inanmak yetmez, çalışmak ve her zorluğa göğüs germek de gerekir.
O dönemde Türkiye’de şeker oldukça pahalı ve zor bulunabilen bir ürünmüş. Nuri Bey de Uşak’ta bir şeker fabrikası kurarak hem bölgedeki pancar ekicilerine yeni bir gelir kaynağı sağlamaya hem de ülke ekonomisine katkıda bulunmaya karar vermiş. Ülkemiz, böylece ihtiyacı olan şekeri para ile başka ülkelerden almak yerine kendisi üretebilirmiş.
Nuri Bey’in önünde birçok engel varmış. Şeker fabrikası kurmak için büyük bir sermaye ve teknik bilgi gerekliymiş. Bunları sağlamak Nuri Bey için kolay olmamış.
- Peki, o kadar parayı ve teknik desteği nereden bulmuş baba?
- Öncelikle yetiştirdiği şeker pancarını hasat etmiş. Bu pancar ile de pekmez ve köpük helvası üretmiş. Ürettiği ürünleri satıp bir miktar para kazanmış. Ardından 19 Nisan 1923 tarihinde Uşak Terakki Ziraat Türk Anonim Şirketinin kurulmasına öncülük etmiş. Köylülerin de katılım payı yatırarak bu şirkete ortak olmasını istemiş. Nakit paraları olmayan köylüler, katılım paylarını arpa, buğday, mısır, tütün ve canlı hayvan vererek ödemişler. Nuri Bey de bu ürünleri satarak elde ettiği parayı köylülerin hesaplarına yatırmış.
- Ne müthiş bir fikir baba.
- Dahası da var. Nuri Bey, bu kez hayalini gerçekleştirmek için köyleri tek tek gezerek insanları fabrika kurma fikrine ikna etmiş. Yeterli parayı topladıktan sonra da Ankara’ya giderek şeker fabrikası kurma fikrini yetkililerle paylaşmış. Nuri Bey’in fabrika kurma fikri memnuniyetle kabul görmüş. Ardından fabrikayı inşa etmek için Çekoslovakya’nın önemli şirketlerinden biri ile anlaşma yapılmış. 6 Kasım 1925’te Uşak Şeker Fabrikası’nın temelleri atılmış. Ancak, yaşanan su sıkıntısı nedeniyle Türkiye’nin ilk şeker fabrikası olma ünvanını 14 gün fark ile Kırklareli Alpullu Şeker Fabrikası’na kaptırmış. 17 Aralık 1926 Cuma günü fabrika üretime başlamış. Yani bir çiftçinin hayali ile başlayan fabrika, köylülerin ve neredeyse bütün Uşak halkının desteğiyle hayata geçmiş. Tam bir birlik beraberlik örneği.
- Kısıtlı imkanlara rağmen hep birlikte kazanılan bir zafer desene baba!
- Evet. Uşak Şeker Fabrikası bir fabrika olmanın ötesinde, umut ve kalkınmanın da sembolü hâline gelmiş. Fabrika sayesinde bölgedeki tarım faaliyetleri gelişmiş, yeni iş imkânları yaratılmış. Binlerce kişi fabrikada işçi, teknisyen, mühendis ve yönetici gibi pozisyonlarda çalışmaya başlamış. Fabrika, pancar yetiştiren çiftçilerden ve pancar taşımacılığı yapan firmalardan da ham madde tedarik etmeye başlayınca bölgede lojistik, temizlik ve güvenlik gibi alanlarda birçok kişinin ekmek parasını kazandığı bir yer oluvermiş.
- Domino taşı gibi.
- Aynen öyle evlat. Bir kişinin dokunuşu büyük bir yenilik başlatmış. Fabrika çalışanları sayesinde bu bölgedeki bakkallarda, restoranlarda, berberlerde ve terzilerde de işler canlanmış. Fabrikanın kurulması ve faaliyete geçmesi ile bölgede yeni köprüler, konutlar yapılmış. Bununla birlikte yol, su, elektrik gibi birçok altyapı sorunu da kısa zamanda çözüme kavuşmuş. Fabrika çalışanlarının ve ailelerinin eğitim, sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için yeni okullar, hastaneler inşa edilmiş. Böylece eğitim ve sağlık sektörleri de hareketlenmiş.
- Vay canına, her şey birbirine ne kadar da bağlı.
- Başka fabrikaların da kurulmasına destek verilerek “Dışarıdan aldıklarımızı şimdi kendimiz yapıyoruz!” sloganıyla 10 yılda 386 sanayi kuruluşu, 1087’ye çıkarılmış. Atatürk’ün ileri görüşlülüğüyle kurulan kömür, çimento, şeker, uçak, ipek ve deri fabrikaları sayesinde Kurtuluş Savaşı’ndan henüz çıkmış Türkiye, “Anka Kuşu” gibi ayağa kalkmayı başarmış.
Mehmet Ali, Nuri Şeker’in vizyonu ve cesareti ile kurulan bu fabrikanın, sadece üretim yapmanın ötesinde, bir toplumun dönüşümüne öncülük etmiş olmasını hayranlıkla dinlemişti. Bölgedeki insanların hayat standartları yükselmiş, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylaşmış ve yeni iş imkanları yaratılmıştı. Nuri Bey’in yaklaşık yüz yıl önce kurduğu bu fabrika hâlâ Uşak ekonomisini besleyen bir can suyuydu. Mehmet Ali, Nuri Bey’den ilham alarak büyüdüğünde ülkesine ve ülke insanlarına hangi alanlarda katkıda bulunabileceğini düşünmeye başlamıştı bile.

LİMONATALI HAYALLER
Güneş’in tepeleri ve sonsuz denizleri ışıl ışıl parlattığı bir gün. Uzaklarda kâğıt uçaklar gibi süzülen martılar. Küçük bir sahil kasabası burası... Zonguldak Kozlu adı.
Adım Turgut. Sınıf arkadaşlarımın deyişiyle Sükseli Turgut. En son çıkan oyuncakların hepsi bende var. Lakabım oradan geliyor. Annem Kozlu Kolejinde öğretmen, babam ise Ereğli’deki bir demir-çelik fabrikasının müdürü.
Yaz tatili gelip çatmıştı. Çocukların yüzlerinde gülümseme, ellerinde karneler, dillerinde istekler. Kimi bebek ister, kimi gemi… Ben ise yeni bir kaykay isteyeceğim ailemden, yepyeni. Yine Sükseli Turgut diyecekler ama olsun. Onları da bindireceğim kaykayıma.
Ömer’in ise elinde karnesi, dalıp gitmiş gökyüzünün derinliklerine. Havanın masmavi olduğu günlerde Ömer daha da dalardı engin maviliklere. Ömer bizim okulda burslu okuyordu. Aldığı bursun hakkını da her sene kazandığı başarılar ile veriyordu. Buna rağmen karne dönemlerinde mutluluğu hep eksik kalırdı. Karnesini babasına göstermek için sabırsızlanır; babası geç saatlere kadar maden ocağında çalıştığı için onun çıkışına yetişemezdi.
Bu karne günü de öğrenciler sevinç içinde onları karşılamaya gelen ailelerine koşarken, Ömer babasını beklemek için okulun bahçesinde kaldı. Acelem yoktu. Annem okulda öğretmen olduğu için geç çıkacaktı. Ben de annemi Ömer’in yanında beklemeye karar verdim.
- Sen de mi anneni bekliyorsun?
- Annem gelemez, kardeşimin doğmasına çok az kaldı. Evde dinleniyor.
- Desene yakında ağabey olacaksın. Eminim o da sana benzer. Ne muhteşem bir karne Ömer, tebrik ederim. Benim de bir tek matematiğimi düzeltmem lazım.
- Çok teşekkürler. İstersen sana yazın matematik çalıştırabilirim.
- Çok isterim. Eee, ne isteyeceksin karne hediyesi olarak anne ve babandan? Ben olsam kırmızı havalı bir kaykay isterdim.
- Kaykay mı? Ben limon isteyeceğim.
- Ne limon rengi bir kaykay mı?
- Yok, sadece limon.
- Limonu ne yapacaksın?
- Yazın bir limonata standı kurmayı düşünüyorum. Kardeşim de olunca ihtiyaç listemize yenileri eklenecek. Ben de bazı ihtiyaçlarımı aileme yük olmadan gidermek istiyorum. Benim en büyük isteğim bir spor ayakkabı almak. Ayakkabılarım artık hem küçüldü hem de çok yıprandı. Limonata satıp para biriktireceğim. Ayakkabımı aldığım zaman gör bak nasıl da Messi gibi golleri sıralayacağım.
O ana kadar bir çift ayakkabının bir çocuk için bu kadar önemli olabileceğini hiç düşünmemiştim. Benim için ayakkabı normal bir istekti. Bayramda giydiğim ayakkabı ayrı, okulda giydiğim ayrı, maç için ayrı, misafirlik için ayrı. Benim için bu basit istek, Ömer için ulaşılması zor bir ihtiyaçtı.
Annemin demek istediğini Ömer’i dinleyince daha iyi anladım. Annem de zaman zaman istek ve ihtiyaçlarımı sıraya koyarak paramı dikkatli kullanmam gerektiğini söyler. Ömer’in durumu daha farklıydı aslında. İhtiyaçlarından isteklerine sıra gelmiyordu sanırım. Kısıtlı aile bütçelerini idareli kullanarak evlerinin önce su, elektrik, ısınma, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaları gerekiyordu. Yakında ailelerine eklenecek minik üyenin bez, mama, kıyafet ve sağlık masraflarını da düşününce kırmızı kaykay ulaşılmaz bir istekten öteye geçemiyordu.
Sahip olduğum tüm o oyuncakları düşündüm. Biz su, elektrik, ısınma, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlarımızı kolaylıkla karşılayabiliyor; dahası tiyatro, sinema, tatile gitme ve pek tabi oyuncak gibi isteklerimize de bütçe ayırabiliyorduk. Ömer’in de limon satmaya gerek kalmadan istediği ayakkabılara ulaşabilmesini diledim içimden.
- Keşke baban geliri daha fazla bir işte çalışabilse. Böylece sen de hem isteklerine hem de ihtiyaçlarına daha kolay kavuşabilirsin.
Ömer başını kaldırıp pırıl pırıl parlayan Güneş’e ve masmavi gökyüzüne bakmaya devam etti. Peki, babası kömür madeninde çalışan bir çocuk, pırıl pırıl engin maviliğe bakınca ne düşünür? İkimiz de uzun süre aynı noktaya baktık. Ömer gökyüzünün maviliğinde kaybolurken ben onun neden kaybolduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu derin sessizlik Ömer’in cümleleriyle aniden bozuldu.
Bak, gökyüzü pırıl pırıl ama babam tüm gün gökyüzünü hiç göremeden toprağın altında kömür kazıyor. Kara elmas çıkartıyor! Bana bir de çok güzel bir şiir öğretti biliyor musun? Dinlemek ister misin?
Başımı aşağı yukarı sallayarak gözlerimi açıp kapattım. “Dinle o zaman.” dedi.
“Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.
Siyah akar Zonguldak’ın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası?”

- Biliyor musun madencilik dünyanın en zor mesleklerinden biri. “Çoğu şeyi madencilere borçluyuz” der annem. Hatta o kırmızı kaykayın üretilmesini bile madenciler sağlıyor. Kara elmas olarak bilinen taş kömürü biz Zonguldaklılar için çok önemli. İlimizde benim ailem gibi binlerce aile geçimini bu doğal kaynaktan sağlıyor.
- Bilmez olur muyum? Babam demir çelik fabrikasının müdürü. Ülkemizin tek taş kömürü havzası, Zonguldak’ı da içine alan 200 km’lik kıyı şeridinde bulunuyor. Bu bölgede 150 yıldan beri kömür çıkarılıyor. Taş kömürü Bartın, Karabük gibi komşu illerin ekonomilerinde de önemli yer tutuyor. Kalorisi yüksek olduğu için de genellikle demir-çelik fabrikalarında kullanılıyor. Çoğu fabrika, çıkarılan kömürün yakılmasıyla oluşan enerji ile çalışıyor.
- O zaman ülkemizin en büyük demir çelik fabrikaları olan Ereğli ve Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın Zonguldak yakınında kurulması tesadüf değil.
- Elbette tesadüf değil. İlimizde çıkarılan taş kömürünün büyük bölümü bu tesislerde değerlendirilir. Kalan kısmı ise Çatalağzı ilçemizde bulunan termik santralde elektrik enerjisine dönüştürülür. Tüm bu ihtiyaçlar için yer altındaki madenlerden kara elmas dediğimiz kömürün çıkartılması gerek. Bunu da birileri yapmalı. Babam ilkokul mezunu, iş bulması zor. Benim dedem bir madenci emeklisi ve onun babası da. Bir gün sıra bana da gelmesin, işler böyle yürümesin diye eğitimime önem gösteriyor babam. Biliyor musun büyüyünce ne olacağım?
- Ne olacaksın?
- Maden mühendisi. Maden mühendisleri yer altında ve yer üstünde bulunan madenlerin işletilmeye elverişli olup olmadığına karar verir. Bunun yanı sıra madenlerin en ucuz ve en verimli şekilde çıkarılması işlemlerini planlayıp bunlara gözcülük eder. Böylece madenci çocukları ve eşleri daha huzurlu uyur.
- Bir gün senin çok iyi bir maden mühendisi olacağına eminim.
Ömer ile gökyüzüne bakıp yeraltındaki emektar madencileri düşünmeye devam ettik. Karne alan çocuklar ile onları karşılayan anne ve babaları evlerine gideli çok olmuştu. Sonunda Güneş de batmıştı. Ömer’in babası yorgun bir şekilde geldi. Ömer, hemen babasının yanına koştu ve karnesini gösterdi. Babası gururla gülümsedi ve Ömer’i gözleriyle övdü. Karnesindeki başarıları gördükçe yüzündeki yorgunluk yerini mutluluğa bıraktı.
Babasının omuzlarında eve doğru giden Ömer’in hem yüzü hem de gözlerinin içi gülüyordu. İkisi de geleceğe umutla bakıyordu. Ne de olsa sevgi ve güven en önemli ihtiyaç değil miydi?

HEDEFİ ON İKİDEN VURMAK
Apartmanın merdivenlerine oturarak başını iki elinin arasına alan Furkan, kara kara düşünüyordu. Az önce evde sessiz bir kıyamet kopmuştu ve bu işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Oysaki her şey çok güzel başlamıştı. Fotoğraf çekmeyi çok seven Furkan, çok istediği gazetecilik kulübüne seçilmişti. Bu kulüp için biçilmiş kaftandı doğrusu. Ancak her hafta “Söz veriyorum arkadaşlar, bir sonraki toplantıya istediğiniz fotoğrafları getireceğim.” dese de kendisine verilen görevleri zamanında yerine getirmiyordu. Furkan’ın verdiği sözleri tutmaması kulübün işlerini de aksatıyordu. Gazete bir türlü planlanan tarihte çıkamıyor, kulüp öğretmeni de bu durumdan rahatsız oluyordu.
Kulüp başkanı Onur, en sonunda “Maalesef lafla peynir gemisi yürümüyor Furkan. Artık eyleme geçmelisin. Biliyorsun, gazetemizin yeni sayısı orman ve orman kampları hakkında. Kulüpteki arkadaşlarla bu durumu konuştuk, sana son bir şans daha vermeye karar verdik. Haftaya bu konu ile ilgili fotoğrafları senden bekliyoruz. Artık dergilerden mi kesersin, internetten mi araştırırsın yoksa gider kendin mi çekersin, orası sana kalmış.” diye isyan etti.
Furkan, bir karış suratla servisten indi. Kapıyı açan babası, “Hayırdır, Karadeniz’de gemilerin mi battı? Bir sorun yoktur umarım.” diyerek oğlunu içeri aldı. Okulda olanı biteni bir çırpıda anlattı Furkan. Babası, “Arkadaşların sana tepki göstermekte haklı. Sahip olduğumuz her hak, bize aynı zamanda sorumluluk da getirir. Kulübe üye olmak senin hakkın ancak bu aynı zamanda yerine getirmen gereken yeni sorumluluklar anlamına da geliyor. Üstelik bazen aldığımız sorumlulukları yerine getirmemek sadece bizi değil, tıpkı bugün yaşadığın gibi çevremizdeki insanları da etkiler.” diye açıkladı.
Daha önce defalarca duyduğu telkinleri yine duyacağını hisseden Furkan, babası cümlesini tamamlar tamamlamaz “Evet, evet biliyorum. İş insanın aynasıdır. Ne ekersen onu biçersin. Evde sorumluluk, okulda sorumluluk…” diye söylendi. Ancak haklı olmadığını da biliyordu. Başını öne eğerek “Olan oldu artık. Sorumluluklarımı hızlıca yerine getirip arkadaşlarımın güvenini yeniden kazanmalıyım.” dedi ve bilgisayarın başına oturdu.
Akşam yemeğinde, Furkan huzursuzdu. Her kaşıktan sonra, “Anne… Baba… Şey…” deyip cümlesini yarıda bırakıyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı:
- Bu hafta sonu kampa gidebilir miyiz? “Hayır.” demeden önce biraz düşünün lütfen. İnternette doğru dürüst bir fotoğraf bulamadım. Bu gezi sayesinde hem güzel bir hafta sonu geçiririz hem de orijinal bir çalışma yapabilirim. Böylece arkadaşlarımı etkileyerek tekrar güvenlerini kazanabilirim.
Kısa süren sessizliği annesi bozdu.
- Aslında fena fikir değil ancak dünya kadar hazırlık yapmak gerekir. Yapılacak çok iş var.
- Anne, bana bu şansı tanırsanız ben de elimden geldiği kadar size yardım edip destek olurum.
Aynur Hanım elindeki çatalı bıraktı, kollarını çapraz şekilde bağlayarak masaya koydu. Gözlerini kısıp önce tavana ardından da İbrahim Bey’e baktı. Furkan, Aynur Hanım’ın bir sonraki yüz hareketini sabırsızlıkla bekliyordu. Bir süre sonra kafasını aşağı yukarı sallayarak gülümsedi. Furkan, ellerini havaya kaldırarak “Oley!” diye bağırdı. Babası:

- Bizim için de güzel bir aktivite olur. Uzun zamandır birlikte vakit geçirmedik. Önce yapılacak işlerle ilgili bir tablo oluştururuz. Sonra da bu işleri kimin yapacağını kararlaştırıp tabloya yazarız. Böylece herkes üzerine düşen görevi bilir ve birçok işi zorlanmadan halledebiliriz.
Yemekten sonra Furkan’ın annesi diz üstü bilgisayarını açarak “Sorumluluklarımız” adlı bir tablo oluşturdu. Kamp öncesi yapılması gereken tüm işleri alt alta sıraladı. Ardından birlikte konuşarak kimin hangi gün, hangi sorumluluğu yerine getireceğini belirleyip tabloda işaretlediler.
Sorumluluklarımız Yapacak Kişi Gün
Furkan Aynur İbrahim
Valizleri hazırlamak X X X Cuma
Çöp kutusunu boşaltmak X Cuma
Odaları toparlayıp düzenlemek X X X Perşembe
Çiçekleri sulamak X Cumartesi
Valizleri arabaya yerleştirmek X Cumartesi
Kamp için yiyecek alışverişi yapmak X X X Cuma
Kirli çamaşırları yıkamak ve asmak X Çarşamba
Yıkanmış çamaşırları ütülemek X Perşembe
Kamp için gerekli malzemeleri almak X X X Cuma
Karadut’a mama ve su vermek X Cumartesi
Tablo tamamlandıktan sonra ilk sözü İbrahim Bey aldı:
- Tablodaki planlamaya göre işlerimizi kısa sürede ve yorulmadan tamamlayacağız. Çamaşırların ütülenmesi ve odaların toplanması işlerini yarın, kamp malzemeleri için alışverişi ve valizlerin hazırlanmasını da cuma günü yaparız. Cumartesi günü de geriye kalan işlerimizi erkenden yapıp yola koyuluruz.
- Ben de her gün çöpleri atar ve çiçekleri sularım baba.
- Çiçekleri gideceğimiz gün sulaman yeterli ama balkondaki çöpleri cumadan atmalısın.
- O iş bende, sakın merak etmeyin.
Aynur Hanım:
- Bir de ödevlerini cuma gününden bitirmen gerekiyor. Pazar günü eve döndüğümüzde yapmak için vakit bulamayabilirsin. Tabloya yazmadık ama bu da yerine getirmen gereken sorumluluklarının başında geliyor.
Üçü de ellerini üst üste koyarak “Anlaştık!” dedi. Bu bir aile geleneğiydi.
Sayılı gün tez geçer, derler. Perşembe günü Aynur Hanım ve İbrahim Bey oradan oraya koşturup duruyordu. Furkan ise odasını toplamak yerine bilgisayarda oyun oynuyordu. Nasıl olsa bir günü daha vardı. Cuma günü gelip çatmıştı. Okuldan geldiğinde Furkan’a kapıyı annesi açtı. Furkan, annesine daha “Merhaba” demeden, “Bugün sorumluluk tablomuza göre alışveriş günü. Haydi gidip kamp için gereken malzemeleri alalım.” deyiverdi alelacele.
- Sorumluluk demişken senin ödevin yok muydu? Bir sorumluluğu yerine getirirken diğerini aksatmaman gerektiğini öğrenmiş olman gerekir.
- Haklısın anneciğim. Ödevlerimi yaptıktan sonra alışverişe gideriz. Tüm sorumluluklarımı yerine getireceğim, merak etme sen.
Furkan hemen ödevinin başına oturdu; ancak heyecandan ödevine odaklanabildiği söylenemezdi. Çalakalem bir şeyler yazarak ödevini hızlıca tamamladı. Bu durum içine sinmemişti aslında. Babasının yanına giderek ödevine göz atmasını rica etti. Babası Furkan’a “Ödevinde bazı yazım hataları ve yarım kalmış cümleler var. Biraz daha düşünüp bu sorulara daha açıklayıcı yanıtlar yazabilirsin.” dedi. Alışveriş için daha fazla beklemek istemeyen Furkan, “Haklısın baba, alışverişten dönünce hallederim.” diyerek ayakkabılarını giydi.
Alışveriş sonrası odasına geçti. Henüz odasını toplamadığını fark etmesi keyfini kaçırdı. Üstelik daha ödevindeki düzeltmeleri yapmalı ve valizini hazırlamalıydı. Önce valizini hazırlamaya karar verdi. Ona göre en eğlenceli sorumluluğu buydu. Ardından odasını yarım yamalak topladı ancak ödevinde yapması gereken düzeltmelere zamanı kalmadı. Ödevinde eksikler de olsa ödevini yapmış sayılmaz mıydı? Kendini bu şekilde ikna edip yatağa girdi ve gözlerini kapadı.
Ertesi gün erkenden kalktılar. Kahvaltılarını yapıp arabaya bindiler. Furkan’ın içi içine sığmıyordu. Daha kamp alanına varmadan onlarca fotoğraf çekmişti.
Kamp yerine geldiklerinde söz verdiği gibi çadırın kurulmasına ve suyun taşınmasına yardım etti. Bir yandan da çadır kurma aşamalarını ve kamp alanında yemek yapma yöntemlerini fotoğraflıyordu. Ertesi gün de yaptıkları doğa yürüyüşü sırasında ormandaki çeşitli ağaçları, mantarları, tohumları, hayvanları ve nehri fotoğrafladı.
İkinci gün Güneş’in batmasına izin vermeden kamp alanındaki malzemeleri toplayıp yola koyuldular. Annesi, “Kampın her anında sorumluluklarını yerine getirmen bizi çok mutlu etti. Verdiğin sözleri tuttuğun için seninle gurur duyuyoruz.” dedi. Furkan’ın mutluluktan ağzı kulaklarına varıyordu, ta ki eve varana kadar…
Eve girdiklerinde onları ağır bir koku ve ortaya saçılmış çöpler karşıladı. Furkan, evdeki sorumluluklarını son dakikaya sıkıştırınca çöp kutusunu boşaltmayı unutmuş ve evin kedisi Karadut çöpleri her yere saçmıştı. Çöpler de durdukça kokmaya başlamıştı. Ayrıca tüm çiçekler Furkan’a teessüflerini bildirir gibi boyunlarını bükmüştü; çünkü Furkan onlara su vermeyi de unutmuştu.
Anne ve babasının gördükleri manzara karşısında dili tutulmuştu. Annesi hiçbir şey söylemeden banyonun çekmecesinden aldığı temizlik eldivenlerini herkese dağıttı. Derin bir sessizlik içinde yapılan bu temizlik, eve bağrış çağrış dolu bir ortamdan daha sıkıcı bir hava katmıştı.
İşte Furkan’ın başını iki elinin arasına alarak kara kara düşünmesinin sebebi buydu.
Az sonra, babası yanına gelip oturdu. Derin sessizlik merdivenlerin üzerinde de uzun süre devam etti. Bu sessizliği yanlarına gelen bir arının vızıltısı bozdu.
- Bak güzel oğlum, şu arıyı görüyor musun? Kovandaki hayatın düzenli bir şekilde devam etmesi için durmadan çalışır. Üzerine düşen görevleri aksatmadan yerine getirir. Diğerleri de öyle. Kovandaki arıların farklı sorumlulukları vardır. Kolonilerinin devamlılığı için kraliçe arılar yumurta yapar, erkek arılar kraliçe arıyı döller, işçi arılarsa topladıkları polenlerle hem larvaları besler hem de petek inşa ederler. Hepsinin sayısı fazla olduğu hâlde hiçbiri sorumluluğunu yerine getirmeyi unutmaz ya da “Bana ne gerek var?” diye düşünmez. Arılar gibi biz insanlar da sorumluluk duygusuyla ilk olarak aile ortamında tanışırız. Evimiz de bizim kovanımızdır. Günlük hayatımızın düzenli şekilde yürüyebilmesi için titizlikle sürdürmek zorunda olduğumuz sorumluluklarımız var. Zaman zaman zor ya da sıkıcı olsa da onları aksatmadan yapmamız gerekir.
- Evet biliyorum. Kirlenen kıyafetlerimi çamaşır sepetine atmak ve odamı toplamak gibi. Ayrıca çöpleri atmak ve çiçekleri sulamak… Ama bazen aceleden unutabiliyorum. Siz bana hatırlatsanız olmaz mı?
- O zaman bu senin sorumluluğun olmaz ki. Sorumluluğu yerine getirmek kadar hatırlamak da oldukça önemlidir. Sorumluluk sahibi çocuklar, kendi ihtiyaçlarını karşılayabildiklerini gördükçe büyüklerinin yardımına giderek daha az ihtiyaç duyarlar. Böylece öz güvenleri artar, bağımsız davranma, karar verme ve eldeki kaynakları kullanma becerileri gelişir. Örneğin gazetecilik kulübüne kendi isteğinle girdin ve sana verilen görevi yerine getirmek için çözüm ürettin. Kendini nasıl hissettin?
- Kendimle gurur duydum, çok da mutluydum.
- Peki, çöpleri atmayı ve çiçekleri sulamayı unuttuğunda?
- …
- Sorumluluk sadece bazı ev işlerinde anne babamıza yardım etmek değildir. Bunun dışında sözlerimiz, kararlarımız ve hareketlerimiz de bizlere çeşitli sorumluluklar yükler. Mutlu ve başarılı bir birey olmak istiyorsan evdeki ve okuldaki sorumluluklarını sürdürmen gerekir. Bu durum biz yetişkinler için de geçerlidir.
Furkan saatine baktı, uyku vaktine daha birkaç saat vardı. Babasına sıkıca sarılıp eve girdi.
Ev, hâlâ bir kokarca gibi kokuyordu. Önce anne ve babasının topladığı çöplerin olduğu poşetleri dışarı çıkardı. Ardından çiçeklere su verdi. Çiçeklerin yapraklarındaki tozları tek tek alarak onlardan bir nevi özür diledi. Ödevindeki düzeltmeleri titizlikle yaptı ve çektiği fotoğrafların çıktılarını alıp çantasına koydu.
Furkan sorumluluklarını yerine getirerek hem kendini geliştirmiş hem de hedeflerini on ikiden vurmuştu. Furkan, şimdi kendini çok daha rahatlamış ve mutlu hissediyordu.

YOK ÜLKESİ
Ben bir gezginim. Dünya üzerindeki farklı ülkeleri gezerim. Şişman nüfusun en fazla olduğu ülke, yolları kum yerine mercanlarla kaplı ülke, en küçük yüz ölçümüne sahip ülke, üzerinde en çok göl bulunan ülke gibi çok ama çok farklı ülkeleri gezerim. Bu sefer yaşadığım yere, en uzak ülkeye gitmeye karar verdim.
Haa, bu arada adım Ali. Bir fotoğraf makinem, kameram ve mikrofonum var. Gezdiğim yerlerde tanıştığım insanların hikâyelerini yayınlıyorum. İşim bu. Haritayı aldım elime, iyice baktım. Kutupların biraz altında mini minnacık bir ülke buldum. Parmaklarımla haritayı yakınlaştırıp iyice baktım.
Böyle olmayacak, bir büyüteç alayım bari.


Sonra büyüteçle baktım. Bir de ne göreyim ülkenin adı “Yok!”
Ad koymayı unutmuş değiller. Ad vermişler “Yok Ülkesi!”
Doğrusu bu çok enteresandı. Oraya hemen gitmeliydim. İnternete girip uçak bileti almaya çalıştım.
Yok Ülkesi’ne giden uçak yok!
Otobüs biletlerine baktım.
Yok Ülkesi’ne giden otobüs yok!
Deniz veya demir yolu ile gidebilirdim.
Yok Ülkesi’ne giden ne gemi ne de tren var. Sizin anlayacağınız onlar da yok.
En sonunda tepemin tası attı. Aldım kameramı, fotoğraf makinemi ve mikrofonumu bindim motora. Yok Ülkesi’ne doğru sürdüm. O da ne? Yok Ülkesi’ne giden doğru dürüst yol bile yok!
Neyse zor oldu ama ülkeye ulaşmayı başardım ve şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Bu nasıl bir Yok Ülkesi? Bu isim de nereden çıkmış? Yok değil var ülkesi burası. Ne mi var?
Doğa ile iç içe evler, ağaçlarla kaplı yollar, daldan dala atlayan sincaplar, insanların yürüyüş yapıp dinlendiği parklar, sokakta oyun oynayan çocuklar, bisiklet süren yetişkinler... Üstelik herkes nasıl da mutlu! Her yer tertemiz. Her sokakta geri dönüşüm kutuları, her köşede banklar var. Bankların hemen yanında da sokak kütüphaneleri. “Yoksa rüyada mıyım?” deyip kendimi çimdikledim.


“Ahhhh, hayır rüyada değilim!”



Daha fazla dayanamayıp karşıma çıkan ilk kişiye sordum:
“Çok affedersiniz, bu ülkenin adı neden “Yok” acaba? Ne yok?”
“Yok, yok.”
“Nasıl? Yok mu yok?”
“Evet, bu ülkede yok, yok.”
“Biraz daha açar mısınız? Ne demek bu?”
“Bu ülkede insan onuruna yakışmayan hiçbir şey yok. Yani bu ülkede her yetişkine iş, her çocuğa ve gence eğitim imkânı var. Bu ülkede havayı kirleten araçlar yok, geri dönüşümü yapılamayan atık yok. Hareketsizlik yok, umutsuzluk yok, mutsuzluk yok. Yani burada yok, yok! Saymakla bitmez.
“Söylediklerinizden çok etkilendim. Vaktiniz varsa sizden ülkenizle ilgili daha çok bilgi öğrenmek isterim.”
“Elbette, bu ülkede vakitsizlik diye bir şey yok.”
“Söylemeyi unuttum. Adım Ali. Sizin isminiz neydi?”
“Ben Bay Sorumlu.”
“Sorumlu mu? Ne tuhaf bir isim. Neyden sorumlu?”
“Uzun hikâye, onu da anlatırım. Bizim burada çok yaygın bir isimdir.
Teklifimi kabul eden Bay Sorumlu ile dere kenarındaki kocaman meyveleri olan bir elma ağacının altına oturduk. Bay Sorumlu, daldan bir elma koparıp önce çeşmede yıkadı. Ardından da çantasından çıkardığı bıçakla elmayı iki eşit parçaya böldü. Elmalar o kadar büyüktü ki yarısını yemek bile çok gelebilirdi.
“Elmanın büyüklüğünü görüp korkma, burada ilaçlı veya hormonlu meyve de yok.” dedi gülerek.
Bay Sorumlu’dan izin alarak kameramı açtım.
“Değerli İzleyenler, merhaba. Şu an Yok Ülkesi’ndeyim. Konuğum ise Bay Sorumlu.”
Evet, Bay Sorumlu programıma hoş geldiniz. Benimle röportaj yaptığınız için teşekkür ederim. Öncelikle gördüm ki bu Yok Ülkesi’nde yok, yok! Peki, bunu nasıl başardınız? Biraz açıklar mısınız?”
“Bu sürpriz röportajınızla günüme renk kattığınız için asıl ben teşekkür ederim. Sorunuza gelecek olursak bunu elbette nitelikli bir eğitim vererek başardık. Sorunları kökünden çözmenin tek yolu eğitim.”
“Peki, bu güzel dünyayı nasıl bir eğitim anlayışıyla planladınız?”
“Ülkemizdeki çocuk gelişimi uzmanları, psikologlar ve akademisyenlerle kendi kültürümüze uygun bir eğitim programı oluşturuldu. Erken yaşlardan itibaren de çocukların bu programdan yararlanabileceği zengin öğrenme ortamları yaratıldı.”
“Okullar yani?”
“Sadece okul olarak düşünmeyin. Tam anlamıyla öğrenmenin, beceri geliştirmenin ve davranış değişikliği yaratmanın yolu, okulu duvarların dışına taşımaktan geçer. Burada öğrenciler bir bakarsınız yağmurlu bir günde yağmurluklarını ve çizmelerini giymiş sümüklü böcekleri gözlemliyor. Bir sonraki gün yıpranmış bir alt geçidi boyayarak resim dersi yapıyor. Bir başka gün bakım evindeki büyüklerimize şarkılar söyleyip enstrüman çalarak müzik dersi yapıyor. Sonraki gün müzede veya markette. Ertesi gün tramvayda, hayvan barınağında, botanik bahçesinde…
“Bütün bu organizasyonu yapmak zor olmuyor mu peki?”
“Elbette zorlukları var ama herkes bu zorlukları kolaylaştırmak için elinden gelen desteği veriyor. Örneğin, ben bir fırıncıyım. Haftaya öğrenciler üretim ve tüketim ağını benim atölyemde deneyimleyecek.”
“Ya masraflar. Her aile bu masrafları karşılayacak ekonomik güce sahip mi?”
“Masraf mı? Eğitimle ilgili tüm ihtiyaçlar devlet tarafından karşılanır. Her çocuğa verilen bu temel eğitim, onların ilgi duyduğu alanı ve yeteneklerini keşfetmesini sağlar.”
“Ya sonra?”
“Sonrasında ilgi ve yeteneğine göre farklı eğitimler alarak büyüyen bu çocuklar, ülkemizin gelişmesi için mutlu ve başarılı oldukları alanlarda eğitim alarak yollarına devam eder. Meslek seçimini sınav puanına göre değil, bireyin kabiliyetine göre yaparız.”
Nitelikli Eğitim: Herkes için kapsayıcı, eşitlikçi ve kaliteli eğitimi sağlamak ve yaşam boyu öğrenme fırsatlarını yaratmaktır.
“Sevgili İzleyenler, burada ne güzel şeyle oluyor! Düşüp bayılacağım.”

“Ben bayılacağım derken şu kafam kadar elma beni gerçekten bayıltmayı başardı.”

“Evet, nerede kalmıştık? Bay Sorumlu, bir sorum daha olacak. Sokaklar, parklar,caddeler, her yer tertemiz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Anlaşılan temizliğe çok büyük bir bütçe ayırıyorsunuz ve çok fazla çalışanınız var.”
“Temizlik için ayıracak çok büyük bir bütçemiz yok. Çok fazla temizlik çalışanımız da yok. Sadece ben ve diğer vatandaşlar ismim gibi sorumlu davranıyoruz. Size daha önce de söylemiştim, “Sorumlu” ismi burada yaygındır. Bütçemizi başkalarının attığı çöpü toplamaya değil çöpünü etrafa atmamaya yönelik farkındalık kazandırmaya harcıyoruz. Üstelik bunu birkaç kez değil her fırsatta yapıyoruz.
“Bunu biraz açar mısınız? Pek anlamadım.”
“Üretirken ve tüketirken sorumlu davranıyoruz.”
“Biraz daha açsanız ben hâlâ pek bir şey anlamadım.”
“Öncelikle doğayı korumak hepimizin sorumluluğu. Doğal kaynaklarımızın bir gün biteceğini aklımızdan çıkarmadan gerektiği kadar tüketiriz. Doğanın dengesini bozacak ürünler yerine doğa dostu ürünler üretir ve tüketiriz.”
“Üretme kısmını sanırım anladım ama tüketme kısmını yine açmanızı rica edeceğim. Tükettiğimiz ürünleri atmak zorunda değil miyiz?
“Burada hiçbir şeyi atmak yok. ‘Atma, dönüştür. Atma, ihtiyacı olan birine ver. Atma, değiştir. Atma, satarak başka ihtiyaçlarını karşıla.’ O kadar çok seçenek var ki. Yıllardır pet şişe kullanmayız çünkü pet şişenin doğada yok olma süresi 450 yıl. Pet şişe demek, toprağın kirlenmesi demek. Toprağın kirlenmesi, toprakta yetişen bitkilerin ve onlarla beslenen insanlar ile hayvanların kirlenmesi demek. Kirli toprakta tarım yapamazsınız. Üstelik bu plastik şişeler insan sağlığı için de son derece zararlı. Onun yerine şu gördüğün katlanabilir mataraları kullanıyoruz.”


Sorumlu Üretim ve Tüketim: Kaynakların verimli kullanılması, atıkların azaltılması ve çevresel etkilerin en aza indirilmesini ifade eder.

“O neydi öyle?”
“Hiçbir şey. Neyse biz devam edelim.”
“İnsanların hepsi gülümsüyor. Nasıl oluyor da bu ülkede herkes mutlu olabiliyor.”
“Neden olmasın?”
“Neden olsun?”
“Herkesin mutlu olduğu bir işi ve geliri var.”
“Para mutluluk getiriyor, diyorsunuz yani.”
“Para sadece mutluluk getirmez.”
“Getirir, getirir.”
“Günün çok büyük bir kısmını çalışarak geçiriyorsanız ve çalışma koşullarınız ağırsa kazandığınız para mutluluk falan getirmez.”
“Burada nasıl çalışıyor insanlar?”
“İnsan onuruna yakışır bir şekilde çalışıyorlar. Burada uzun çalışma saatleri yok. Bu sebeple insanlar aileleriyle ve arkadaşlarıyla vakit geçirebiliyor. Eğlenmek için tiyatrolara, sinemalara, konserlere gidiyor. Parklarda geziyor, dinleniyor ve spor yapıyor. Çalışma saatleri uzun değil diye de az ücret almıyor. Çünkü verimliliği, işte geçirilen süre değil işte geçirilen sürede yapılanlar belirliyor.
“Önemli olan işte geçirilen süre içerisinde neler yapıldığı, öyle mi?”
“Kesinlikle. Üstelik herkesin iş dışında birçok farklı uğraşının olması, farklı mesleklere olan ihtiyacı da doğuruyor. Bu yüzden ülkemizde işsizlik sorunu yok. Herkese uygun bir iş mutlaka var. Hâl böyle olunca ülkemiz ekonomik olarak da hep büyüyor. Böylece halkımız her geçen gün daha da bolluk, rahatlık ve varlık içinde yaşamaya devam ediyor.”

“Biri ağzımı kapatabilir mi, lütfen!”



İnsana Yakışır İş ve Ekonomik Büyüme: Adil ücretler, çalışanlar için eşit fırsatlar ve güvenli çalışma ortamları yaratılarak ülkedeki ekonomik büyümenin sağlanmasıdır.

“Madem burada her şey var, niçin internette size dair hiçbir haber, hiçbir bilgi, hiçbir reklam yok?”
“Çünkü buna gerek yok.”

“Eyvah! “Yok” sözcüğünü yine cümle içinde kullanmaya başladık. Neden gerek yok?”


“Bizim sürdürdüğümüz bu sistem, bir ayrıcalık değil olması gereken aslında. Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar, onları hayat becerileri konusunda güçlendiren iyi bir eğitim almayı ve aldığı eğitim sonucunda hem mutlu hem de sevdiği ve başarılı olacağı bir işi yapmayı hak ediyor. Yaptıkları işler sayesinde elde ettikleri kazançla da başka başka alanlarda hem üretebilmeli hem de tüketebilmeli. Bu sebeple “en temel insan hakkı” olan bu durumları çok da anlatma ihtiyacı hissetmiyoruz.
“Ben yine de ülkenin adını değiştirmenizi öneriyorum.”
“Ne olsun?”
“Var Ülkesi olsun. Her şey var çünkü.”

“Evet, Sevgili Seyirciler. Duyduklarımın ve gördüklerimin şaşkınlığı içindeyim. Her şeyi ‘var’ olan Yok Ülkesi’nden hepinize selamlar, sevgiler. Hoşça kalın.”

EYLEM VAR

“Eylem Var!”

Demir televizyonun karşısından kalktı. Gözlerini kocaman açıp ellerini havaya kaldırdı. Göğsünü gererek biraz da göbeğini içine çekerek “Eylem var!” diye bağırdı.
Evdekiler sakindi. Doğrusu oturdukları yerden kımıldamadılar bile! Hiçbir şey olmamış gibi çekirdeklerini çitliyorlardı.

“Herkes neden bu kadar ilgisiz?”

“Size diyorum!” dedi. “Hadi, kalkın ışıkları söndürelim; muslukları kapatalım. Parfümlerimizi çöpe atalım. Klimaları sökelim, elektrik idaresini dava edelim.”

“Anlamadım elektrik idaresini mi dava edelim?”


Demir biraz düşünmek için odasına geçti. Ebeveynlerine iklim krizini, sürdürülebilirliği anlatmak için daha çok bilgiye ihtiyacı vardı. Annesi mutfakta şarıl şarıl bulaşık yıkamaya başladı. Babası televizyonda spor haberlerini izliyordu. Demir kulaklarını kapatıp gözlerini sıkarak düşünmeye başladı.

“En iyisi odamın kapısını kapatmak.”
Bilgisayarın başına geçip dünyada yaşanan tüm bu sorunları yazmaya başladı.

“İlk olarak iklim krizi.”


İklim Krizi: Dünya genelinde yaşanan ortalama sıcaklık artışları ile bunun sonucunda ortaya çıkan çevresel ve sosyal etkileri ifade eder.
Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yanması havaya büyük miktarda karbondioksit salar. Ağaçların kesilmesi karbondioksit salınımını artırır. Tarım ve hayvancılıkta doğal yolların kullanılmaması insan yaşamı için sağlıksız olan gazları havaya karıştırır

“Poster zamanı!”

Demir tüm bu bilgileri büyükçe bir kartona yazdı. Yazıcıdan aldığı resimleri de kartona yapıştırdı. Tekrar ailesinin yanına gitti.

“Şok, şok, şok!”

Mutfağın önünden geçerken annesinin hâlâ şarıl şarıl suları akıtarak bulaşık yıkadığını gördü.

“Anne suyu kapatıp benimle gelir misin?”
Annesi ile salona geçtiler.
“Bulaşık yıkama günümde az bulaşık olduğuna seviniyordum. Geri kalan vaktimde oturup dinlenecektim. Bu işleri babanın bulaşık yıkama gününde yapsak olmaz mı?”

Demir salona girer girmez televizyonun kumandasını aldı ve babasından özür dileyerek televizyonu kapattı.
“Bu kadar yeter. Dünyayı kurtarmamız gerek! Size ihtiyacım var.”
“Haydaaaa!

Hazırladığı posteri kapattığı televizyonun önüne koydu. Anne ve babası Demir’in yazdıklarını okuyordu ki birden klimanın sesi duyuldu.
“Kim açtı klimayı?”

Babası elinde kumandayla kalakalmıştı. Biraz da canı sıkılmıştı. Nereden çıkmıştı şimdi bu iklim krizi?
“Sen mi çıkardın?”


“Ben mi? Sen neden bahsediyorsun.”


“İklim krizinden!”


“Üstüme iyilik sağlık! Ben sadece bulaşıkları yıkıyordum.”


“Ben de televizyon izliyordum.”

İkisi birden söylendi. “Kim çıkardı bu krizi?”

Tam apartman yöneticisinden şüpheleneceklerdi ki Demir araya girdi.

“Sessizlik lütfen. Hepsini anlatacağım.”

“Suları şarıl şarıl akıtarak ve klimayı açarak iklim krizine neden oluyoruz.”
Babası biraz düşündü. Kafasını kaşıdı. Sonra göbeğinin de kaşındığını fark etti. Onu da kaşıdı. Kaşıma töreni bitince “Madem sıcaklıklar arttığı için iklim krizi yaşanıyor. Klimanın suçu yok! Çünkü klima bulunduğumuz ortamı soğuttu.
Birlikte klimanın motorunun bulunduğu yere gittiler. Demir, klimanın motorundan çıkan sıcak havayı gösterdi. Bu havayla ozon tabakasına yayılan zehirli gazlardan bahsetti.

Ozon Tabakası: Yerin yüzeyinden 30 kilometre yukarıda bulunan, güneşten gelen morötesi ışınlarının dünyaya erişmesini ve doğaya zarar vermesini önleyen gaz tabakası.
“Alt komşu da kapasın o zaman!

Demir, babasına bu klimaların yarattığı sera etkisinden ve küresel ısınmayı nasıl arttırdığından bahsetti.

Sera Etkisi: Dünyamızın atmosferinden gelen ışınların dünyanın yüzeyini normalden daha çok ısıtmasıdır. Dünyadaki aşırı sıcaklık artışlarının sebebidir.


“Peki, bulaşıkları yıkamamız neden sorun oluyormuş? Tabaklarımız, çatallarımız, kaşıklarımız tertemiz işte!”

Demir hemen söze karıştı. “Ama balıklar ölüyor. Havaya yayılan oksijenin çoğu deniz çayırlarından gelir. Deniz çayırları yıkadığımız bulaşıklar, patates kızartması yaptığımız zaman lavaboya döktüğümüz yağlar hatta yağları daha hızlı söksün, tabakları daha da gıcır yapsın diye bilmem kaç kat güçlü deterjanları kullanmamız yüzünden ölüyor!”


Deniz Çayırları: Deniz diplerinde kök, gövde ve yaprak biçiminde şekillenmiş çiçekli bitkilerdir. Kökleriyle deniz dibine tutunarak yaşarlar ve güneş ışınlarının yardımıyla kendi besinlerini üretebilirler. Denizlerde oksijen ve besin kaynağıdırlar. Bu sebeple birçok balık türü için de yumurta bırakma alanıdır.


“Bundan sonra tabağımızdaki yemeği iyice sıyıralım. Üstünde yiyecek artığı kalmasın. Baksanıza denizlerin hâline!”
Demir, anne ve babasına lavabolarımızdan kanallarla denize giden pis su atıklarından bahsetti. Lavaboya dökülen bir bardak yağın bilmem kaç milyon suyu kirlettiğini anlattı.

“Bilmem kaç milyon?”
“Ağaçlar da oksijen üretiyor bize onlar yeter. Deniz çayırları işine baksın!”

“Kesmezsek tabii!”
Annesi “Biz hiç ağaç kesmedik.” diyerek karşı çıktı. Demir pencereye doğru yürüdü ve perdeyi açtı.

“Etrafınıza bir bakın isterseniz.”

Anne ve babası pencereden bakmaya başladı. İnsanlar caddede yürüyor. Arabalar vızır vızır geçiyor. Balkonlarda aileler oturup çay içiyordu.
“Görüyor musun karşı binadaki kadın halı silkeliyor. Olacak iş mi? Her yer toz duman oldu.”

“Bırakalım şimdi halıyı falan da etrafa iyice bakınalım.”
“Buralar ormandı. Ormanları kestik evler yaptık. Hem de ihtiyacımızdan çok daha fazlasını yaptık. Sadece evler mi, fabrikalar da yaptık! Fabrikaların bacalarından kirli dumanlar tüttü. Onları kontrol etmedik. Filtrelerine bakmadık. Atıklarını nehre boşaltmalarına izin verdik. Buradaki tüm evler dünya için kirli hava, atık su oluşturuyor.”

“Bu bir çevre katliamı!”

Babası hızla tülü çekti. Koltuğuna oturdu. Televizyonun karşısına geçti.
“Mağarada mı yaşayalım yani? Tabii ki evler yapacağız!”


Demir verimli tarım arazilerine, ormanlara evler yapmanın dünyanın geleceği için olumsuz olacağını anlattı. “Ağaçlar karbondioksiti, tozu emer. Onları kesersek dünyanın ozon tabakası zarar görür. Ozon tabakasının hayati önemini anlamamız gerek.”


Karbondioksit Gazı: Fabrika bacalarından çıkan kirli gazlardan ve yeraltındaki havzalardan elde edilen ve havadan ağır olan bir gazdır. Zehirli bir gaz değildir. Yanıcı özelliği bulunmaz. Ancak havadan 1,5 kat daha ağır olduğundan havadaki oksijeni çok çabuk tüketebilir. Solunumu olumsuz etkiler.


Anne ve babası Demir’in anlattıklarına dikkat kesildi. Sudaki ve karadaki yaşamı kirletmeye, yok etmeye devam edersek fırtınalar, aşırı yağmurlar, tsunamiler, kuraklık artacak ve tüm insanlığın yaşamı tehlike altına girecek. Oysa sürdürülebilir bir dünya herkes için gerekli. Bizim ve bizden sonrakilerin hayatı için,
“Eylem vakti!”

Demir iklim krizini engellemek için alınması gereken önlemleri anlatarak ailesini ikna etmişti. Şimdi onlar da iki kişi ikna edecekti. Siz de ikna olduğunuza göre ne duruyorsunuz? Kartopu gibi büyümek ve dünyamız için iyiliği yaymak istemez misiniz?
Şimdi sıra sizde!